Röportaj
İzzet Ünver
Hayatı boyunca ilklere imza atmış, daha çocuk yaşta geleceği görmüş, cesur, hayatında hiçbir işi şansa bırakmamış, inanarak ve güvenerek büyük bir imparatorluk kurmuş.
16.10.2012 14:49
Tüm bu saydıklarımızı bir kişinin üstünde toplarsak o kişi İzzet Ünver olur. İzzet Ünver 1981 yılında aramızdan ayrılmış. Ama yaşamı boyunca o kadar başarılı işler yapmış o kadar çok ilke imza atmış ki Bodrum'un emektarlarını anlatırken, Bodrum'un belki de medar-ı iftiharı İzzet Ünver'i anlatmasak olmazdı. Hepimize örnek olacak hayatını büyük oğlu Halil Ünver'in anlatımıyla kaleme aldık. Sizin de keyifle okuyacağınıza inanıyoruz.

1900'lü yılların başı Bodrum'a Aydın tarafından Halil Efendi isminde bir imam tayin oluyor. Bodrum'da Zeynep Hanım'ın babası, Halil Efendi ile kızını evlendiriyor. Bu evliliğin ilk ve son meyvesi İzzet . Son diyoruz çünkü Halil Efendi kayınpederi ile hacca giderken yolda vefat ediyor. Zeynep Hanım genç yaşta dul kalıyor. Ailenin ekonomik durumu o günün şartlarına göre kötü olduğundan Zeynep Hanım, Adana'nın Karahisali ilçesinde devlet görevlisi olarak çalışan erkek kardeşinin yanına gidiyor ve İzzet orada dünyaya geliyor. Doğumdan kısa bir süre sonra da Zeynep Hanım tekrar Bodrum'a ailesinin yanına dönüyor.

Nüfusunda doğum tarihi 1909 yazan İzzet Ünver'in yaşı oğlunun ifadesine göre büyütülmüş. O yıllar Osmanlı'nın hüküm sürdüğü yıllar. Şu anda Yunanistan'ın Adası olan İstanköy (Kos) de o yıllarda Osmanlı toprakları arasında. O dönemde İstanköy'de din görevlisi olan Ferit efendi ile Zeynep Hanım ikinci kez evlendiriliyor. Ferit Efendi de yeni doğan bebeği bağrına basıyor ve beni babası bilir diyerek Zeynep Hanım ve oğlunu alarak İstanköy'e geçiyor.Küçük İzzet gözünü İstanköy'de açıyor. Okumayı yazmayı İstanköy'de öğreniyor. 10 yaşına geldiğinde rahmetli Hasip Konday dayısının yanına Bodrum'a dönüyor. Ancak Bodrum'a neden döndüğü kimse tarafından bilinmiyor. Bir seneye yakın terzilik yapan Hasip Dayısı'nın yanında kalan İzzet bu dönemde dayısından terzilik öğrenmeye çalışıyor ama başarılı olamıyor. O yıllarda tek başına İstanbul hayali kurmaya başlıyor. Bodrum'a döndükten bir yıl sonra da kendi ifadesiyle bir saman motorunun üstünde kimsenin haberi olmadan İstanbul'a gidiyor.(Kaçıyor) Kaçıyor diyoruz ama bu tamamen oğlu Halil Ünver'in tahmini. Zira o yıllar yokluk yılları, yol yok, Bodrum'dan İstanbul'a gitmek günler belki haftalar sürüyor. Bu zorlu şartlara o yaştaki bir çocuğun dayanması imkânsız, ama İzzet dayanıyor ve İstanbul'a varıyor. İstanbul'da kimin yanında ne şekilde kaldığını bilmiyoruz ama iş aramak için Beyoğlu'na(o günkü adıyla Pera) çıktığını biliyoruz. Beyoğlu'nda ticaret o yıllarda tamamen gayrimüslimlerin yani Yahudi, Ermeni ve Rumların elinde. İzzet iş aramak için girdiği her dükkânda önce ismini soruyorlar ve "İzzet" ismini duyunca da iş yok diyorlar. Bir-iki denemeden sonra İzzet Ünver yine ismini soran bir dükkan sahibine isminin Dimitri olduğunu söylüyor ve beş yıl sürecek terzi çıraklığı işi de böylece başlamış oluyor.

Çıraklık yaparak terziliğin öğrenilemeyeceğine kanaat getiren ve terzilik eğitimi alması gerektiğini düşünen İzzet, yaşını büyütüyor ve pasaport çıkararak Paris'in yolunu tutuyor. Paris'te iki sene kalan İzzet, gündüz bir terzinin yanında çalışırken, akşamları da akşam sanat okulunda terzilik eğitimini alıyor. Bu arada Rumca bilen İzzet Ünver orada Fransızca öğreniyor.

Babasının Paris seyahatiyle ilgili anısını oğlu Halil Ünver şöyle anlatıyor; “Bizim eski fabrikanın yanında bir benzin istasyonu vardı. buranın muhasebesini tutan kişi bir gün beni yanına çağırıp ve anlatmaya başladı; 'Biz İstanbul'da liseyi bitirdik,ailelerimiz bizi Paris'e okumaya gönderiyor, hepimizin cebinde mahdut parası var. Ama ne yapacağımızı bilmiyoruz. 'Orda İzzet isminde genç birisi var terzilik yapıyor onu gidin bulun, hem size talebe işi kalacak yer bulur, hem de yemek yerlerini gösterir' diye bir duyum aldık . Biz de gittik onu bulduk. Hakikaten bize ucuz kalacak yer buldu, ucuz yemek yenecek yerleri gösterdi.(hayat işte bak bu gün o nerde ben neredeyim)dedi...

İzzet Ünver birkaç sene sonunda Paris'te terzilik mesleğini öğrenmiş bir şekilde İstanbul'a dönüyor. Ama Paris'e giderken hakim olan Fransız modası kendisi döndüğünde İngiliz modasına dönmüş oluyor. Bunu görür görmez rotasını İngiltere'ye Londra'ya çeviriyor ve bir müddet de İngiltere'de kalıyor ve 24 yaşında İstanbul'a dönüyor. Atatürk Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü Başbakan ve o dönemde Ankara bürokrasisinin kıyafetlerinin bir kısmı Fransa'dan geliyor bir kısmını da ermeni bir terzi dikiyor. Bir gün İsmet İnönü, İzzet Ünver'i çağırtıp “İzzet artık bu işi sen yapıyorsun, yanında adam da yetiştir” diye bir talimat veriyor. Bunun üzerine İzzet Ünver, Cumhuriyet tarihinde ilk kez Türk erkeklerini bugün giyilen kruvaze ve iki düğmeli takım elbise ile giydirmeye başlıyor.

Bir taraftan bürokrasiyi giydiren İzzet Ünver diğer yandan da Beyoğlu'nda ilk terzi atölyesini açan Türk esnaf. Ancak yazının başında da bahsettiğimiz gibi Beyoğlu'nda ticaret o dönemde gayrimüslimler tarafından yönetiliyor. Bu nedenle Beyoğlu'nda Müslüman Türk olarak iş yapmak öyle kolay değil. Bunu da yaşadığı olaylarla anlıyor. Zaman zaman atölyesinin camlarını çerçevelerini kırıyorlar, tehdit ediyorlar, kumaşlarını çalıyorlar. Ancak İzzet Ünver yılmıyor ve o dönemin meşhur lokantacısı Abdullah Efendi ile kendisi Beyoğlu'nda iki Müslüman Türk olarak varlıklarını devam ettiriyorlar.

1963 yılına kadar Ankara bürokrasisinin terzisi olması dışında Ortadoğu ülkelerinin bir çoğunun da devlet başkanlarını giydiren ve “ünlülerin terzisi” olarak isim yapan İzzet bey, Merhum İsmet İnönü ve Merhum Adnan Menderes'in de terziliklerini yaparken aynı zamanda her ikisinin de yakın dostluğunu kazanıyor. Halil Ünver'in anlattığına göre o dönemde İngiliz kumaşından bir takım elbise diktirmek iyi bir devlet memurunun aldığı maaşın karşılığıymış.

İzzet Ünver tahminen, 1953-54 yıllarında bir yardımcı iş olarak Magirus Deutz firmasının temsilciliğini alıyor. 63 yılında da terziliği kardeşi Suat Bey'e devrederek tamamen üretime kanalize oluyor. Şu anki Divan Oteli'nin yarısı eski Ünver Apartmanı'nın altındaki dükkanda önü showroom, arkası muhasebe yedek parça, alt kat da yedek parça deposu olacak şekilde bir düzen kuruluyor. Şerif Kocadon'da Üniversitede talebeyken İzzet Ünver ile birlikte çalışıyor. Hatta o dönemde Şerif Kocadon'un yanı sıra İzzet Ünver'in yanında onlarca Bodrum'lu ve İstanköy'lü de çalışıyormuş. O dönemi Halil Ünver şöyle anlatıyor. “Türkiye'de 1950'li yıllarda ithalat bugünkü gibi değil kotalıydı. Senede Türkiye'ye 100 kamyon ya giriyor ya girmiyor. Benim hatırladığım kadarıyla, biz vardık Magirus olarak, Man vardı, Mercedes vardı bir iki tane daha ithalat yapan firma vardı. O zaman bütün firmalar 30-35 tane kamyon getiriyorsa 4-5 tane de çıplak otobüs şasisi getiriyorlardı. O günkü işletmeciler bizden otobüs şasisini alıp Bursa'ya götürüyor orada yarı tahta yarı sac kaplama otobüs kasası yapıp insanları bir yerden bir yere taşıyorlardı. Benim ilkokul sürecimde gördüklerim bunlar. Sonra 1960 ihtilali oldu. İhtilalden sonra İsmet Paşa, İzzet Bey'e Türkiye'de kalkınma hamlesi başlıyor sen de gel burada bir şey yap deyince İzzet Bey'de 1957 senesinde Bakırköy Haznedar'a taşıdığı servis binasını büyüterek Otobüs yapmaya karar veriyor.( Çünkü o zaman otobüslerin hali çok vahimdi. Otobüsün içine insan ile birlikte canlı hayvan dahil, herşey taşınırdı. Tüm bu kokulara sigara kokusu da karışır, bir de o günkü şartlarda egsoz borusu otobüsün içinden geçince haliyle otobüsün içinde anormal ağır bir ortam oluşurdu . İnsanlar da bu şartlarda bir yerden bir yere giderlerdi. Bir noktadan çıkar öbür noktaya ne zaman varacakları belli olmazdı). Böyle bir taşıma sistemini bilen İzzet bey 'otobüs yapalım insanlar medeni bir şekide bir yerden bir yere gidip gelsinler' dedi. 1960-61 yıllarında servis binası büyütüldü ve 1963 senesinde ilk otobüs üretimine başlandı. Tabii o günkü şartlarda Türkiye'de hiçbir şey yok. Bir tek Ereğli Demir Çelik'de sac var. Lastik var, Akü var. Bir de vinyleks denilen suni deri yeni yapılmaya başlanmıştı. Kapı içlerinde kullanılan kontrplaklar bile Yugoslavya'dan geliyordu. Böyle bir durumdayken Otokar'dan 8-10 kişi trenle Almanya'ya gittiler ve Magirus firmasında kimisi döşeme öğrendi, kimisi kapı kilidi yapmayı öğrendi ve her şey Otokar'da imal edilmek üzere bir fabrika kuruldu. O zaman Türkiye'de yan sanayi diye bir şey yoktu. Koltuğun yayından kılıfına kadar, kapı ve bagaj kilitlerine kadar her şeyi biz yapıyorduk.. Ben 1970'li yıllarda Almanya'ya gittiğim zaman otobüsün bizim yaptığımız şekilde imal edildiğini düşünüyordum fakat öyle olmadığını Magirus'ta gördüm. Düşünün ki Türkiye'de o zaman toplu iğne bile yok, biz otobüs imal ediyoruz. ( 1967 yılında toplu iğne üretildi). Biz ise bu yıllarda bayağı bir otobüs yapıyorduk takip eden yıllarda yan sanayi de ufak ufak kurulmaya başlamıştı.”

Halil Ünver, babası İzzet Bey'i iki farklı karakterde gördüğünü söylüyor. Birisi baba olarak çok sert, hataya toleransı olmayan bir kişi, diğeri de çalışanlarına çok güvenen müteşebbis bir işadamı. Baba olarak sert olmasını Halil ünver, çocukluğunu yaşayamamış olmasına bağlıyor. “Hayatı hep çalışmakla ve mücadeleyle geçmiş o yüzden toleransları çok azdı” diyor.

İzzet Ünver yaşamı boyunca çalışanlarına hep çok güvenmiş. Bu güvenin karşılığını da Türkiye'de birçok ilke imza atarak almış. “İzzet Bey, çalışanına çok güvenirdi. Terminolojisinde 'olmaz' kelimesi neredeyse yoktu. Herhangi bir proje gündeme geldiğinde 'bizim çocuklar yapar' diye başlardı. Bir gün yine 'bir ekmek teknesi yapalım minibüs esnafı para kazansın' fikri ortaya çıktı. Biz de bu fikirle malzeme bakmaya Avrupa'ya gittik. O dönemde Avrupa da kendini yeni yeni toparlıyordu. Sonra Yugoslavya'dan birtakım parçalar bulundu ve minibüs yapıldı. Ben bazen negatif yönde fikirimi beyan edince bana kızar. 'Halil efendi moral bozucu konuşmalar yapıp durma burada bizim çocuklar hallederler' derdi. Hakikaten her şeyi o günün şartlarında yaptılar, hala da yapıyorlar.. Otokar'ın lisans ile ürettiği tek araç Land Rover'dır. Onun dışında gerek savunma sanayindeki gerekse diğer otobüs ve minibüsler tamamen Otokar'ın kendi projeleridir. Otokar elemanları İzzet Bey ile çaresizlikte çare üretmeyi öğrendiler. Türk insanı her şeyi yapmaya muktedirdir. Yeter ki niyetlensin, kafasına koysun kesinlikle olur” diyor Halil Ünver.

1967 senesinde 25 kişilik küçük otobüsü yaparak yeni bir ilke imza atan İzzet Ünver'in hikayesini oğlu Halil Ünver şöyle anlatıyor; “Trakya Otogarı Topkapı'nın bir tarafında Anadolu Otogarı daha aşağıdaydı. İzzet Bey eve giderken Trakya otogarından çıkan otobüsler ile karşılaştığında bazı saatlerde otobüslerin yarı yarıya boş olduğu dikkatini çekiyor, unutmuyorum 1966 yılı idi, geldi ve 'otobüsün aynısının bir ufağını yapalım' dedi. Nasıl olacak dedik. Aynı şekilde yatar koltuklu bagajlı olsun. Otobüsler bazı saatlerde yarı yarıya boş gidiyor hiç olmazsa 50 kişi yerine 20-25 kişi taşır ful gider, hem para kazanır hem masraflarını çıkartır dedi. Gerçekten de dediği gibi Otokar çalışanları o aracı yaptı. Sonra arabanın lisansını Magirus bizden satın aldı.

1968 yılında ilk olarak Türkiye'de Frigorifik tır kasasını yine İzzet Ünver yapmış. O zamanlarda Tır'ın ne olduğunu, frigorifik kasanın ne olduğunu bilen yokken İzzet Bey 'Tır'ı Almanya'da görmüş ve bir tırla iki kamyonluk mal taşınır, daha ekonomik diye düşünerek 8 tonluk kamyonların yeni yapılmaya başladığı 1968 yılında 20 tonluk tır kasasının üretimini yapmış. O dönemde sadece Türkiye'den transit geçen tek tük tırlar var ama bilen yok. Soğutucular, frigorifik yurt dışından gelmiş ve 3-4 tane imalat yapılmış ancak ne olduğunu bilen olmadığı için ellerinde kalmış.

İmalat son hızla devam ederken İzzet Ünver de yine 1968 senesinde bu defa motor fabrikası kurmak fikri oluşur. Ancak her zaman destek gören İzzet Ünver, hem Almanlardan hem de devlettende bir destek görmez. “Hala bende bilmem neden desteklenmediğini.”

25 kişilik mindibüslerin imalatı ve satışı devam ederken İstanbul'da dolmuş piyasası minibüse dönmeye başlayınca bu işin başında belirleyici aktör olan Otokar, o zaman 8-9 kişilik ve benzinli araçlarda yaşanan sıkıntıları da görmüş ve bunun üzerine 1973 yılında yeni bir aracın startını vermiş.
O zaman elimizde küçük otobüs için gelmiş ve kullanılmayan 90 tane dizel motor var başkada bir şey yok diyor Halil Ünver ve şöyle anlatıyor; “Minibüsçüler 'araçta 10 kişilik koltuk olacak ve 30 kişi taşıyacak' diyor. Diğer taraftan İzzet bey 'minibüsçü bu araçtan ekmek yiyecek hedefiniz bu, bu doğrultuda üretim yapın' diyor. Üstümüzde anormal bir baskı var elimizde de hiç bir şey yok. Araştırıldı ve tesadüfen Almanya'da çalışan bir Türk Mühendise ulaşıldı. Mühendis Türkiye'ye getirildi ve aracın prototipi çıktı. Sonra bu aracın 3 adedini Almanya'ya Magirusculara göstermek için götürdük. Adamlar altına bakıyor çok güçlü bir şase yapısı var. Üst tarafa bakıyor 10 koltuk var ortada muazzam bir boşluk var. Adam soruyor bu boşluk ne diye. Tabii diyemiyorsunuz 10 kişilik arabayla 30 kişi taşıyacağız diye. Tabii reddettiler, bizde bu aracı alıp geri döndük. İzzet Bey'e olanları anlattık. 'Ben onlardan isim istemiyorum sadece haberleri olsun istedim' dedi aracın üzerine motorun markası DEUTZ yazın dedi. Sonra bir baktık 10 tane satılmış bile. Sonra Taksim-Sarıyer hattında başladı bizim arabalar. O zaman piyasaya bir girdik pir girdik.”

İzzet Ünver, birbiri ardına ilklere imza atmaya devam ederken 1974 yılında Magirus'un Almanya'daki ana fabrikası Fiat Grubuna İveco'ya satılıyor. Tam otobüs pazarının kızıştığı dönemde kalakaldıklarını belirten Halil Ünver, “Üretecek hiçbir şey yok, bir tek minibüs bir de küçük otobüs vardı. Şirket sarsıntı geçirdi ama 1974-81 dönemini bu iki aracı üreterek hayatını devam ettirdi. 1970 yıllarının sonlarında Koç Grubuyla yapılan ortaklık başladı, Otokar'ın bugünkü yapısı bu şekilde ortaya çıktı.

2000'li yılların başında küçük otobüs üretimine yeniden başlayan Otokar, rakipleri kamyon şasesi üstüne otobüs yaparken, otobüs şasesi üstüne otobüs yaparak rahatlık ve konforu sağlıyor. Şimdi Otokar bu araçlarda bir numara. 1970'lerin başında Almanlar'dan mal alan Otokar, bugün Almanlara Otobüs satıyor . “Yıllar önce biz Almanya'da parça ararken, teknoloji falan derken, Alman esnafının sizin bayiniz olması insanın gururunu okşuyor” diyor Halil Ünver.

Hayatı boyunca durmaksızın çalışan, döneminin en ünlü terzisi olan, 1963 yılında ilk Otobüsü, 1968 yılında ilk midibüsü ve ilk frigorifik kasayı, 1974 yılında ilk minibüsü, İlk tır çekicisi ve römorkunun üretimini yapan İzzet Ünver, 1980 yılında kendisini emekliye ayırıyor. Her gün üç kilometre yol yürüyen, elma yağı ile adaçayını yanından eksik etmeyen, en büyük ilacı aspirin olan, sigara kullanmayan ve kullanılan yerde durmayan İzzett ünver 1981 yılında belki çok çalışmanın verdiği yorgunluk, belki de çalışmaya alışan bedeninin isyan etmesi nedeniyle aramızdan ayrılıyor. Arkasında birçok başarılı iş, birlikte çalıştığı insanların hafızalarından silinmeyecek anılar bırakarak. Şimdi büyük oğlu Halil Ünver babasından boşalan koltuğu dolduruyor ..

Demirel'den önce 'Baba' İzzet Bey'in lakabıymış. Çalışanların hepsi baba dermiş kendisine. Bazen sinirlenip bağırıp çağırdıktan sonra “sen karışma bende çıraklık yaptım onlarınanlayacağı dilden konuşurum onlar bana kızmaz” dermiş.


Fabrikanın ana giriş yapısının yanında ufak bir kapı varmış. İzzet Bey her sabah ana kapı yerine o küçük kapıyı anahtarla açar içeri girer, giderken de aynı kapıdan çıkıp kilitlermiş. Bir gün oğlu neden böyle yaptığını sorunca “Ben sabah gelince kendi dükkanımı açıyorum, giderken de kapatıyorum sen anlamassın''demiş


İzzet Bey'in yerinde ben olsaydım, bu kadar cesaret edemezdim. Bilmediğin bir işe bu kadar cesaretle girmek olacak iş değil. Bugün biz bir işe girerken otuz tane hesap kitap yapıyoruz. Almanlar da hep İzzet Bey inanılmaz cesur derlerdi.


İzzet Bey'in benimle arası iyiyse birader bey derdi, kızarsa Halil efendi. Bana sürekli şunu öğütlerdi. “tek başına hiçbir şey yapamazsın. Tek elin sesi çıkmaz iki el birbirine çarptığı zaman ses çıkar. Biri sen, biri çalışanlar. Onlarla birlikte sen varsın. Çalışanların sırtı pek karnı tok olacak, sana güvenecekler, başları sıkıtığı takdirde senin arkalarıda olduğunu hissedecekler. En ufak bir sorun dahi olsa insanlar etkilenir moral bozuk olunca çalıştıramazsın” derdi.


İzzet ünver'in kaybedecek birşeyi olmadığından dolayı gözünün kara olduğunu tahmin eden Halil Ünver babasının şu lafını hiç unutmuyor; "Ben ustamın yanında çıraklıkla birlikte her işi
temizlik dahil yaptım dolayısıyla gerekirse ben gene en başa dönerim vede gocunmam ama siz yapamazsınız sizin için çok zor olur" Adam olmaya bakın derdi....